DÜNYA MİRASI NGORONGORO

Dünyada ölmeden önce görülmesi gereken yerler var ya? İşte burası da o listede. Diğerlerini bilmem ama Ngorongoro, her ne kadar UNESCO tarafından dünya mirası ilan edilse de, mirasyedilerin hışmına uğramadan mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisi…

Afrika’nın çatısı olan Kilimanjaro Dağı’nda zorlu bir hafta geçirmiştik. Yüksek irtifada, zorlu koşullarda ve sırtımızda çantalarla tam seksen kilometre yürümüştük. Dağdan aşağıya inerken, bizi ayakta tutan tek şey, duşumuzu alacağımız, ayaklarımızı uzatacağımız otelimize bir an önce varmak ve hemen sonrasında çıkacağımız safari yolculuğundan başka ne olabilirdi ki. İşte bunları düşünerek iniyorduk dağdan. Şişen ayaklarımız ve insanlıktan çıkmış bedenimiz, Kilimanjaro Milli Parkı’ndan ayrılacağımız noktaya kilitlenmişti. Bizi bekleyen aracı gördüğümüz zaman, son kilometrelerdeki sessizliğimizi, sevinç naraları bozmuştu. Zorlu tırmanış tamamlanmış, bununda ötesinde herkes başarıyla zirve yapmıştı.

Otelimize geldikten sonra uzun süre kimseden ses çıkmamıştı. Herkes odasına çekilmiş, her şeyi bir yana bırakıp duşlara saldırmıştık. Kırklanırcasına başlayan temizlik saatimiz bitmesin istiyorduk. Akşam yemeğinde buluştuğumuzda, tıraşlar olunmuş, temiz kıyafetler giyilmiş, hepsinden önemlisi de tertemiz yüzlerimiz ortaya çıkmıştı. Arusha’daki muhteşem tropik otelimizde son akşam yemeğimizi yerken, bir yandan zaferimizi kutluyor, bir yandan da merak içerisinde, ertesi sabah başlayacak safarimizle ilgili bilgi alıyorduk. Safarimiz iki gün sürecekti. Birinci gün Ngorongoro Krateri’ne, ikinci gün ise Manyara Gölü Milli Parkı’na gidecektik.

Sabah uyandığımızda, dağcı kimliğimizden sıyrılıp, safari moduna girmiştik. Herkes neşe içerisindeydi. Ne çabukta unutmuştuk, daha bir gün önce yaşadığımız sefilliğimizi. Safari kıyafetlerimiz, fotoğraf makinelerimiz, kameralarımız ve dürbünlerimiz hazır bir şekilde, bizi bekleyen arazi araçlarımızın yanında buluşmuştuk. Rehberlerimizi bize rahat oturalım diye üç araç kiralamışlardı. Araçların üstü izleme yapmak için rahatça açılıyordu. Hemen araçlarımıza yerleştikten sonra, 180 km’lik uzaklıktaki, yaklaşık üç saat yolculuk yapacağımız Ngorongoro Krateri’ne doğru yola koyulduk.

Adını başta söylemekte zorlandığımız Ngorongoro, aslında bir krater. Yaklaşık iki buçuk milyon yıl önce oluşmuş. Büyük depremler sunucu çökmüş ve yaklaşık 700-800 metre derinliğinde. Krater deyince küçük zannetmeyin sakın, çapı yaklaşık 20 km uzunluğunda ve bu krater 8288 km2 alana yayılıyor. Ortasında da Lake Gölü yer alıyor.

Yolda araçlarımızdan birisi bozulunca, diğer iki araçla yola devam ettik. Afrika ve benzeri yerlerde problemi çözmeye çalışmaktansa, bazen mevcut durumla yetinmek daha iyi oluyor. Nitekim biz park girişine ulaştığımızda üçüncü araçta bize yetişmişti.

Kratere doğru giderken, yol kenarında her gördüğümüzden etkileniyorduk. Ama en ilginç olanı, yol kenarında yürüyen insanlardı. Paraları olmadığında kilometrelerce alanı yürüyerek gittiklerini öğrendik. Durumu biraz iyi olanlar ise bisikletle geziyordu. Tabi bu bölgeye ait olan ve tüm dünyaca bilinen Massai Kabilesi üyeleri hemen göze çarpıyordu. İki parça elbiseleri, delik kulaklar, ellerinden hiç bırakmadıkları sopaları ve araç tekerinden yaptıkları ayakkabıları ile Massailer hemen seçiliyorlardı. Evet, evet şaşırmayın…

Massailer, eskimiş araç tekerlerinin tabanını, ayaklarına göre kesip, daha sonrada yanlarından açtıkları deliklere geçirdikleri iplerle, kendilerine uzun zaman giyecekleri ayakkabı yapıyorlardı. Ayrıca daha da enteresanı 15-20 yıl giyiyorlardı. Eee doğruya, bir aracın birkaç yılda yapacağı yolu, onlar herhalde ancak 20 yılda yapabilirlerdi. Artık etrafta daha sık Massai köyü vardı. Hiçbir ülkenin vatandaşı olmayan Massailer, Afrika’nın en verimli topraklarında göçebe olarak yaşıyorlardı. Siz pasaportunuzla sınırda uğraşırken, Massai sopasını sallayarak sınırları geçiyordu.

Bu enteresan insanları daha yakında görmek için, bir Massai köyünü ziyaret etmeye karar vermiştik. Sert bakışlı bu insanların köyüne yaklaştığımızda, artık turist görmeye alışkın Massailerin büyük şefleri, yanımıza kabilenin gençlerinden birisini göndermişti. Kısa bir süre sonra köylerinin içerisinde fotoğraf çekebilmek için anlaşmıştık. Bizi kendilerine has bir törenle karşılamışlardı. Daha sonra köye girdik. Bizi yaşadıkları saz ve çamurdan yaptıkları evlerine davet ettiler. Hayvanlarla birlikte yaşıyorlardı. İçeride fazla kalamamıştık doğrusu. Koku, sinekler ve duman bizi oldukça kötü etkilemişti. Gerçekten ilkellik buydu ve bundan vazgeçmeye hiç niyetleri yoktu.

Kraterin içerisini gören zirvelerden birinde durmuştuk. Tarif edemeyeceğim bir güzellik karşımızda duruyordu. Hepimiz büyülenmiş gibiydik. Sanki cennetin tepesinde gibiydik. İçimden hemen bir daha buralara mutlaka gelmem gerektiğini düşünmüştüm. Artık kraterin içerisine giriyordu. Bizi ilk karşılayan babunlar olmuştu, az ilerisinde de, antilopları görmüştük. Daha içeriye girmeden gördüklerimiz, göreceklerimizin habercisiydi sanki. Yolda ilerlerken rehberimiz bize, kraterde yaklaşık 25 bin memelinin yaşadığını, ancak Afrika’da ‘büyük beşli’ olarak bilinen aslan, fil, gergedan, leopar ve bufaloyu görürsek şanslı olacağımızı söylüyordu. Fotoğraf makinelerimiz ve kameralarımız hazır bekliyordu.

Yolumuza ilk çıkanlardan biriside zürafalardı. Gözlerimize inanamıyorduk. Neredeyse belgesellerin tamamının çekildiği yerdeydik. Sadece ekranlardan gördüğümüz doğal yaşamın içerisindeydik. Düzlüğe girdiğimizde zebralar ve mavi wildebeestler alabildiğine sürüler halinde karşımıza çıkmışlardı. Hiçbir kareyi atlamamak için şoförümüzü devamlı uyarıyorduk. Şoför işini çok iyi yapıyordu. Gözleri ile etrafı devamlı tarıyordu. Tabi onun amacı bize ‘büyük beşliyi’ göstermekti. Etrafta ceylanlar, Afrika antilopları ve filler özgürce dolaşıyorlardı. Otçulların bu olağanüstü sayılarının sonucunda, krater Afrika’da en fazla yırtıcı hayvan nüfusuna sahipti. Bunların birçoğu aslanlar ve alacalı sırtlanlardı. Ufak su birikintileri hipopotamlar tarafından sahiplenilmişti. Çitalar, leoparlar, tilkiler, çakallar hepsi gözümüzün önündeydi. Siyah gergedanı da görmüştük. Deve kuşları, flamingolar ve yüzlerce adını bilmediğim kuş türü burada yaşıyordu. Şaşkınlığımızı üzerimizden atamıyorduk. Özellikle aslan bizi çok etkilemişti. Hemen 3-4 metre yanında durmuştuk. Hiçbirimiz çıt bile çıkarmıyorduk. Sanki bize özel pozlar verir gibiydi. Çok etkilenmiştik.

Tüm gün böyle geçmişti. Hiç bitmesini istemediğimiz bir günün sonuna gelmiştik. Parktan çıktığımızda artık arkada neleri bıraktığımızın farkında otelimize doğru yola koyulduk. Manyara Parkı’na yakın muhteşem bir otele yerleştik. Akşam yemeğindeki konu belliydi. Gün içerisinde yaşadıklarımızı anlata anlata bitiremiyorduk. Sabah uyandığımızda aynı şekilde heyecanla hemen hazırlanmıştık. Manyara Gölü Milli Parkı, Tanzanya’daki memeli ve kuşları içerisinde barındıran en büyük parklardan birisiydi. Burada da bolca maymun, çakal, rengeyiği, sırtlan, zebra, suaygırı, fil, bufalo, Massai zürafası, su geyiği, Afrika antilobu gibi hayvanları görme olanağı bulmuştuk. Ağaçta yaşayan aslan türü bir tek bu parkta vardı. Tüm aramalarımıza rağmen onu görememiştik. Ama gördüklerimiz bize fazlasıyla yetmişti zaten.

Türkiye’ye dönerken uçakta bir sonraki yolculuğumuzu planlamaya başlamıştık bile. Artık yeni hedefimiz, Nepal’de Everest’in bulunduğu Himalayalar ve Arjantin’de bulunan Amerika kıtasının en yüksek dağı Aconcagua Dağı’ydı. Sağlıcakla kalın…

Metin ve fotoğraflar: Hakan Tanta